|
DÜNYANIN UCUNDAKİ FENER (Arka Pencere)
1. Bölüm: Bir fantezinin doğuş hikayesi Kendi kendimi eğlendirme saatlerimin bir numaralı fantezisi şık bir mekana hapsedip, özenle bakacağım minik bir sevgilidir. Sadece benim ulaşabileceğim sarayında oturup, sadece beni bekleyecek mini-mini, narin bir prenses… Bu arzum doğal olarak sadece cinsel fantezi sınırları içinde kalmıştır; çünkü öncelikle gerçek bir büyücü olsam da bir kadını küçültecek gücüm yoktur. Ayrıca bir kadını -kendi isteği ile olsa da- altın kafes benzeri yere hapsederseniz, dört bir yanını hazinelerle bezeyemeseniz de, en azından her ay 1.00 karat pırlant mücevher almanız gerekir. Oysa benim yetenek kadar cüzdan da zayıftır. Peki, ya her iki açıdan da güçlü olsaydım? Sadece benim olmak isteyen bir kadını küçültüp onu bir çeşit wishful captive'e çevirir miydim? Sizce? Fantezimin gerisinde doğaldır ki öncelikle ruhumdaki aşırı baskın sado-mazohizm eğilimi vardır. Ama neden altın kafes? Neden saray? Neden küçültme? Bunların sorumlusu çocukluğumda beynimde yapılanmış alanlardır. Köklü, zengin ve seçkin bir ailenin tek çocuğu olarak büyüdüm. Bir şeye sahip olmak için parmağımla işaret etmem yeterliydi. Giysi, yiyecek, oyuncak, kültür, bilgi yüklü bir ortamda tek şeyden uzaktım: Özgürlükten. Küçük prensi olduğum bu dünyada kendim olmaktan başka her şey mümkündü. Bir gün bu duruma isyan ettim. Bana zorla giydirilen şık kıyafetleri gardıroptan yere fırlattım; bağırıp ağlamaya başladım. Beni teskin eden çok sevdiğim (taparcasına sevdiğim desem abartmış olmam) üvey annem oldu. (Canım üvey anneciğim BURÇLARDAN GELEN ENERJİ: BURÇLAR, ELEKTROMANYETİK ETKİLERİ VE KARAKTER -Bir Hipotez adlı kitabımı ithaf ettiğim astronomdur.) Ne dedi, ne yaptı hatırlamasam da, aklımda kalan tek şey, ruhumun benzersiz bir güven ve huzur duygusu ile dolmasıydı. Beni kollarına alıp odama taşıdı, yatağıma yatırdı ve her gece olduğu gibi bir masal okuyarak uyuttu. Olayın ertesi günü bana bir kar küresi armağan etti. Hani cam kavanoz gibi bir şeyin içinde bir figür olur da, baş aşağı çevirip salladığınızda zemindeki kar taneleri havalanır, kar yağma efekti oluşturur; onlardan… Kürenin içinde başında buz kristallerinden yapılı taç olan bir kraliçe vardı. Üvey annem "Bu Karlar Kraliçesi" diye konuştu. "Birlikte karlar ülkesine yolculuk yapabilirsiniz." Ben ise küçümseme ile "Kraliçe küre içinde hapis; ben de bur'da… biz bir yere gidemeyiz" diye itiraz ettim. Üvey annem ise "Düşlerinle her yere gidebilirsin canım" dedi ve ekledi "Kimse düşlerini hapsedemez. Hem böylece onu da küreden çıkarabilirsin". O zamanlar klasik bale eğitimine yeni başlamıştım. Bale derslerini çok sevdiğim için geceleri yatınca odanın tavanına bakar, yine stüdyoda olduğumu düşünür, kartonpiyerlerin ortasını sahnem yapar dans ederdim. Kar Kraliçesini her kurtarışımda karlar ülkesinde kaçmadık, ama sanal "tavan stüdyomda" çok dans ettik. Üvey annemin okuduğu masallar içinde en sevdiğim Cam Dağı adlı masaldı. Masal, camdan bir dağ tepesinde, billurdan yapılı pırıl-pırıl bir sarayda tek başına yaşayan bir prenses hakkındaydı. Onunla evlenmek isteyen tüm serüvenci prensler o dağa tırmanmaya çabaladıklarında kayıp düşüyorlar, ışıltılı saraya ulaşamıyorlardı. Günün birinde misafirliğe gelen bir tanış armağan olarak büyükçe bir abajur getirdi. Porselenden yapılı bir saray şeklinde olan bu lambanın içinde ışık yanıyor, bu ışık pencerelerden dışarı taşıyordu. Onu görünce beynimde bir flaş patladı: Cam Dağındaki prensesin billur sarayıydı bu! Sarayın odalarının birinde prensesin de oturduğuna emindim. Lambayı odama almak için bizimkilere yalvardım, ama -odamın herc-ü merci içinde lambanın kısa sürede minik parçalara ayrışacağını tahmin ettikleri için- isteğimi geri çevirdiler. Okumayı öğrenmemin ardından ilk okuyup bitirdiğim kitap Mary Poppins'di. Bu masal ile beyin bilgi bankama bir tutsak kadın daha eklendi; çünkü sihirli mürebbiyenin kendi gibi garip bir akrabası ev sahibesini ufaltıyor, bir biblo saraya yerleştiriyor ve ona her gün bir tavus kuşu dolması veriyordu.
O pırıl-pırıl fenerin sahibesi yalnız kadın bana aitti. Sadece beni seviyor, sadece beni bekliyor, ona gittiğimde kendisine istediğim her şeyi yapmama sadece izin vermiyor, üstelik bunu istiyordu da.
Daha sonraki yıllarda -geçen zamanla Amerikan sinemasındaki giderek artan berbatlıktan büyük pay almış- bir diğer film izledim. Boxing of Helena. Kimseye izlemesini önermem, konusundan da söz edecek değilim. Ancak oradaki bir sahne beni resmen "çarptı". Hemen bir açıklama yapayım: O pis filmdeki beni çarpan sahne beynimde olumlu yöne evrildi. Sahnenin derinlerindeki -ama çarpıtılmış- mesaj beynimde deşifre oldu ve kendi özgün hali ile silinmemek üzere yer etti: Bir tahtta çıplak bir kadın… Çevresi güzelliğini betimleyen, şıklaştıran, onurlandıran çiçeklerle çevrili… Ama o hareketsizlik içinde. Sahipliğini verdiği erkeğinden her ne gelirse -boyun eğmiş halde değil- istekle kabullenmiş biçimde, ümit ve arzu ile beklemede… İstediğim her şeyi yapabileceğim ve bundan zevk alacak, bunu özleyecek, benimle bulduğu için mutlu olacak; yolunu tek benim bildiğim -belki de dünyanın ucunda olan- pırıltılı bir köşkte sabırla beni bekleyecek hareketsiz bir kadın… Tabidir ki bu hayalimin yarısını değil, yarısının yarısını bile realize edebileceğim bir hanımla tanışamadım. Benim kültürümdeki (yani tanışma ortamındaki) hanımların isteyerek ifa ettikleri büyük jestleri hesabın yarısını ödemek, benim geleceğimi söylediğim gecede Girls night out'tan vazgeçmek, doğum günümde oryantal çağırmak benzeri eylemlerdi. Oysa bu şık özveriler benim "arzular" listeme uzaktan yakından erişemedikleri gibi, beynimde düş kırıklığı yaratıyorlardı. Ben konsensus içinde paylaşacağımız bir "Efendi ile tutsak ve boyun eğen kraliçe" mizanseni aramaktaydım. Önceki evim, şimdiki yaşadığım ev kadar olmasa da çok güzeldi. Salonunun penceresinden bakınca bir yanda -bir arkadaşımın değimi ile- "botanik bahçesine" benzeyen park, ilerde cıvıltılı cadde ve karşımda arka pencereleri benim daireme bakan apartmanlar görülmekteydi. Yıllar yıldır saat tam 18:00de dünya (yani çalışmalarım) durur, evdeysem şarabımı ya da biramı açar, güçlü kulaklıklarımı takar, pencere önünde yerimi alır, Janus 722 sitesi işleri, araştırmalarım, yazılarım ile yorgun düşen gözlerimi ilerilere bakarak bir saat boyunca dinlendiririm. (Söylememe gerek yok; bu süreç dans egzersizlerim ile ağrıyan bedenime de iyi gelir.) Programımda o kadar dakiğimdir ki, karşı penceredeki komşular benimle saatlerini ayarlayabilirler. Eski evimde de aynı alışkanlığı sürdürmekteydim. Kış gelip günler kısalmaya yüz tuttuğu için akşam saat 6'da lambaların yanmaya başladığı zamanda bir gün tam karşımdaki apartmanda ışıklı bir daire dikkatimi çekti. Daire değil aslında, camlarla kapatılmış bir balkondu gözüme takılan. İçerde ise uzun sarı saçlı bir genç kız zıplaya-zıplaya diyebileceğim enerjik hareketlerle oraya buraya gidiyor geliyor, sonra balkonun bir yanındaki masa başına geçiyor, bir şeyler yapıyordu. Ertesi akşam -gün boyu boş kalan balkon- yine ışıldadı; kız benzer şekilde davranmayı sürdürdü ve bu düzeni her akşam neredeyse atlamadan devam ettirdi. Bu kadar metodik olması nedeni ile gözlerim doğal olarak balkondaki kızı incelemeye koyuldu: Kimi zaman yanında bir kız arkadaşı olsa da, genelde yalnızdı. Ben -yine dakikliğimden ödün vermeden- saat tam 7'de pencere önünden ayrılsam da, o gece geç saatlere kadar balkonda kalıyordu. Gördüğüm kadarı ile minik ve ince bir bedeni vardı. Hoş bir çeviklik ile hareket ediyor, eğiliyor, kalkıyor, sonra önündeki iş her ne ise bir süre ona dalıyor, ardından yerinden kalkıp yine o şirin, canlı hali, cıvıl-cıvıl hareketleriyle balkonu arşınlamaya başlıyordu. Mevsim kış olduğu halde giysileri -ikimizin dairesi de en üst katta olduğu halde, belden aşağısını görmesem de, en azından üst bölümü- dekolteydi. Sürekli iri göğüslerini sıkıca saran ya askılı, ya da straples bluzlar giymekteydi. Bilekleri ise şıngırdadığına emin olduğum bileziklerle doluydu. Üstelik kulaklarında benim gibi kulaklıklar vardı. Sadece müzik dinlemekle kalmıyor, bazen kendinden geçip dinlediği parçaya başını zarif hareketlerle sallayarak, kollarını görmediği bir sevgiliden bir şeyler istermişçesine öne uzatarak eşlik ediyordu. Sonunda bir gün, belki de şarabı fazla kaçırmam yüzünden, dikkatini çekme isteği ile doldum. Farkına varılmak adına yatak odama gidip slacklerimi çıkarttım, hiç üşenmeden gardrobumda itaatle beni bekleyen ütülü gömleklerimden birini giyip, kravatımı taktım (mükemmellik detayda gizlidir; tembeller nal toplar), yani savaş zırhımı kuşandım. Takım elbise ve kravatın (hele ki kol düğmelerinin) kadınların dikkatini çekme konusundaki gücünü yıllar önce öğrenmiştim. Kendimi de (tüm bilgilerimi A-Stil İmaj Kursu: İmaj seçimdir. Hem seksi, hem hızlı, hem de bir beyefendi olabilirsiniz adlı bir kitapta toplayacak kadar) "işin ehli" görmekteydim. Eski moda (daha doğrusu "eski devirden kalma" ) bir adam olduğum için kadınları hala "klark çekerek" etkilediğim inancım vardır. Bu yüzden elime bir sigara alıp kış günü balkona çıktım ve sigara içmeye koyuldum. 2. ya da 3. günde (aradan birkaç yıl geçtiği için tam olarak anımsayamıyorum) beni fark etti. İrkildi önce… Delici bakışlarımdan biraz rahatsız oldu, ne yapacağını şaşırdı. (Anlayacağınız gibi, kendimi kasmış, delici olarak nitelediğim şekilde bakmaya çabalıyordum. ) Ancak beden dilindeki artan kıvraklık ve hareketler skalasındaki sayıca artış onu etkilediğimin göstergesiydi. Kısa sürede bakışmaya başladık. Bundan sonra soğukta balkonda çaktırmadan titreyerek sigara içmeme de gerek kalmamıştı; çünkü artık pencere gerisinde otursam da (yani aramızda ikinci bir cam bariyeri olsa da), bana göz atıyordu. Akşam 6-7 dinlence saatlerim farklı bir heyecan kazanmıştı. Öyle ki dışarı çıkmaktan vaz geçip, bu saatlerin gelmesini bekler olmuştum.
Büyük bir düş kırıklığı yaşadım. Duygularımın nedenini lütfen genç kızlara düşkünlük şeklinde algılamayın, çünkü daima olgun hanımları yeğlemiş, genç kızlara ise sahip olamadığım kız çocuklarıma duymayı özlediğim şefkati duyabilmişimdir. Ancak beynimdeki -akşamları doğan ve kısa sürede batan Venüs gezegeni gibi- bir saat süren görsel şölenin var ettiği alan öylesine tar-u mar olmuştu ki, bu beyinsel yıkımdan rahatsız olmamak da zordu. Yapılacak tek şey acele ile olay yerini terk etmek, yani fertiği çekmekti. Oradan -belki beni tanır korkusu ile- kaçarcasına uzaklaştım.
Kaderin cilvesi mi dersiniz, aynı semt insanı olmamıza mı bağlarsınız bilemem, bir süre sonra, bu kez marketin içinde, karşıkarşıya geldik. Beni hemen tanıdığını yüzüne yayılan geniş tebessümden anladım. Artık kaçmam olası değildi. Ben de gülümseyerek selam verdim, rahat bir tavırla yanına gidip, sıcak ama ciddi şekilde, sanki önceden tanışıyormuşuz gibi hatır sordum. Anında diyebileceğim sürede akıcı bir diyalog başlayıverdi. Uzunca bir süre ayaküstü sohbet ettik. Birbirimizi market ortasında yakından tanıdık. Anlattığına göre heykeltraştı. Işıltılı balkon atölyesiydi. Ve evliydi. Beyi İstanbul dışında görevli olduğu için kızı ile yaşamaktaydı. Arkadaşı sandığım kız kızıydı! Evet; yaşlıydı… Ama gerçekten gençlik enerjisi ile doluydu. Balkonda izlediğim capcanlı beden dili yapay değildi, her yanından gerçekten hayatiyet fışkırıyordu. Sürekli gülümser bir çehre ile konuşuyor, bazen kahkaha atıyor, bazen küçük bir çocuk gibi kikirdiyordu. Üzerinde ise bir jean mini etmek vardı! Onun yaşında kadınların giymeyi pek düşünmeyeceği kadar teenager bir model… Beynim kısa sürede onun yaşını algılamamaya koyuldu. (İnsanlar bizi, bizim kendimizi aynada gördüğümüz halde, yani reel sandığımız fiziksel özelliklerimize görmezler. Beyindeki görüntü olarak adlandırılan algılama, kişinin kendini sunuşu, yani -konuşma tarzından, beden diline dek uzanan bir skaladaki kalemler sonucu meydana gelen- "enerjisi" ile var olur.) Konuşmamızın sonunda bana telefonunu verdi. O günden sonra akşam sürecimiz değişti… zenginleşti. Bakışıyor, Whatsapp'ten yazışıyor, birbirimize müzik parçaları yolluyorduk. Onu tanıdıkça canlılığının reel olduğuna, yani "hal ve gidişinin" gençleşme arzusunun maskesi olmadığına ikna oldum. "Yaşlı" dedikleri kadar süre yaşamış olsa da gerçekten (özentisiz, riyasız) gençlik enerjisi ile doluydu. Bir çocuk kadar saf ve şendi. Ama çok seksiydi de… Giysileri de hep dekolteydi. Sokakta genelde miniliydi. Balkonda ise kimi bayrak kırmızısı, kimi simsiyah, kimi bembeyaz askılı ya da straples bluzları… ve de o mini şortları… Bacaklarını nereden gördüğümü merak edenler için açıklayayım: Arada camları kural olarak mini şort ve straples bluzla silmekteydi. Pencere pervazına basan ayaklar ve böylece nice heyecanlı dakikalar vaat eden görüntüler… Camların üst bölümlerine ulaşmak için uzanan bedenin hükmünde bir karış yukarı sıyrılan penyelerle gözler önüne serilen göbek… İzlediğim diğer güzellikleri sizin düş gücünüze bırakayım. Diğer yandan da insanın aklını başından alan bir fettanlığı da vardı. Akşamları yaşadığımız balkon-flörtü saatlerinde ilgim başka yerde olunca (bakışlarım onda olmayınca), balkonunda gidiyor, geliyor, eğiliyor, doğruluyor, saç uçuruyor, popo sallıyor… dikkatimi çekiyor… ama benim bakmamla bir süreliğine ortadan kayboluyor, gözlerimi ışıltılı balkonuna mıhlıyordu. Ayrıca bir erkeği en mutlu edecek huylardan birine sahipti: Beğenilmek için sözümü dinliyordu. Örneğin atkuyruğu yaptığı saçlarının titremesinin aklımı zıplattığımı söyleyince atkuyruğunun yüksekliği ve salınım miktarı artmış; kıvır kıvır saçlarını -belki de riske atarak- dümdüz yapmıştı. Yatacağım zaman yeniden pencere önüne geçer, odanın ışıklarını kapatır, ona bakarak kendimi okşar ve rahatlatırdım. Sözde bu işi gizliden gizliye, karanlıkta yapmaktaydım. Aslında "sözde" sözcüğü pek gerçeği yansıtmadı; çünkü başka pencerelerden bakanların beni -karanlıkta kaldığım için- fark etmeleri çok çok zordu. Ancak parkın dev ışığı yan taraftaki camlardan beni aydınlattığı için dikkatle, bilerek benim daireme bakanlar ne yaptığımı -karine ile de olsa- anlarlardı. Onun ise çaktırmadan sürekli beni kontrol ettiğini biliyordum. Zaten bu anlarda şarkı söylerken yaptığı el kol hareketleri de, saç uçurmaları da, yerinden kalkıp zıplaya hoplaya balkonu dolaşması da doruğa varırdı. Genelde parkta buluşuyorduk; evime gelmeğe razı edemiyordum. Gerçek kimliği o fettan hali ile ilgisizdi. Dürüsttü. Sadıktı. İyi yürekliydi. Eskort olduğumu söylediğim için, ondan asla bir şey talep etmesem de, ürküntü ile minik armağanlar verir, sonra yanlış bir şeyler yaptığına eminmiş gibi "çam sakızı, çoban armağanı" sözleri ile özür diler bir ruh hali içine girerdi. (Bu gün hala onun armağanlarından biri olan, üzerinde Atatürk'ün adı yazan bardakla çay içmekteyim. Hatta şu anda, ben bu satırları tuşlarken, o bardak hemen yanımda, yarısı çayla dolu şekilde yudumlamamı beklemekte.) Ve gerçekten nice genç kızdan daha enerjikti. Bir keresinde park randevularımıza geç kaldığımda onu hoş ve şık kılıklar içinde olsa da spor aletlerini kullanırken buldum. O ise beni görünce sanki yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi kahkahalara boğulmuştu. Şenliği beynindeki pozitif enerjisinden gelmekteydi. O kadar yoğun bir pozitif enerjiydi ki bu; ciddi bir rahatsızlığı için gittiği kontrollardan döndüğünde, halini-hatırını soruduğumda yaşadıklarını son derece komik benzetmelerle anlatabilmekte; Corona'ya yakalandığında değişen sesini alaya alarak gülebilmekteydi. Ondaki bu pozitiviteyi bir pozitif enerji eğitmeni olarak görmemem ve takdir etmemem olanaksızdı. Bir gün buluştuğumuzda park çok kalabalıktı. Orada durmamızın tehlikesinden söz ettim ve evime gelmesinin daha güvenli olacağını söyledim. Haklıydım sözlerimde. O da kabul etti zaten. Ama kabul etse bile önceden yaptığı gibi itiraz edebilir, evine dönebilirdi. Dönmedi.
|
Ana Sayfa | Altar Kimdir? | Kitapları | Yazıları | İletişim |
Dizayn: Altar-Stil Team - İçerik: Altar Baykal | Copyright © 2023 - |